Sevgi Ünal’ın, Ekim Dergisi, Yıl: 2006, Sayı: 64’de yayınlanan Pervasızlık Barajları başlıklı makalesi:
Pervasızlık Barajları
480 odası var. Bayrak göndere çekilmişse başkan içeride demek, yarıya kadar çekiliyse başkan ülkede ama sarayda değil, bayrak inikse başkan ülke dışında. Prag Devlet Sarayı halka açık bir saray. Devlet Başkanı ise kendisini halktan üstün tutmadığını, kapılarını her daim halkına açık tutarak gösteriyor. Hatta, herhangi bir vatandaşı boşu boşuna saray merdivenlerini çıkıp yorulmasın diye makamında olmadığı zamanları bile zarif bir uygulamayla halkına bildirebiliyor. Sırça köşkünde ulaşılmazı oynamıyor.
Pervasızlığın her şeyi ezip geçtiği ülkeler de var. Biliyoruz, çünkü onlardan birinde yaşıyoruz. Ama vereceğimiz ilk örnek bizden değil, bizim çok uzun yıllar etkimizde kalmış bir ülkeden olsun. Budapeşte'de Matyaş Kilisesi, şehrin Buda kısmındaki kale bölgesinde. Burası, Macaristan'ın Orta Asya'dan gelen yedi aşiret tarafından ilk kurulduğu yer. Kalenin yedi kulesi var aşiretleri temsil eden. Osmanlılar'ın hakimiyeti altındayken Büyük Camii olarak kullanılan Matyaş Kilisesi'nin duvarına yapışık olarak inşa edilmiş, hatta yapının bazı sütunlarını da içine hapseden cam yüzeyli modern bir bina var. Fütursuzca yapılmış bu bina, vaktiyle Mesut Yılmaz'ın yumruk yemesi ile de gündeme gelen Hilton Oteli. Pervasızca sırıtıyor kale bölgesinde.
Derdimiz Budapeşte'nin Hilton'u değil. Türkiye ile Macaristan'ı birbirine benzer kılan sayısız örnek var çünkü. Anlat anlat bitmez. Pervasızlığı bile biz öğretmiş olabiliriz onlara.
Toprakları çölden ibaret olan ülkeler çölü verimli arazilere dönüştürebildiler. Çölde yaşanabilecek modern şehirler kurabildiler. Savaşların ardından tamamı yerle bir edilen şehirler oldu. Yıkılmadan önce nasıldıysalar, aynısını tekrar inşa ettiler bu şehirlerin. Biz yapmayı değil yıkmayı, yeşertmeyi değil yakmayı olanca fütursuzluğuyla yaşıyoruz ülkemizde.
Barajlar yapılıyor. Barajlar yapılıp en verimli araziler sular altında bırakılıyor. Barajlar yapılıp insanlar köksüz, yersiz yurtsuz, kimliksiz ediliyor. Barajlar karabasan gibi çöküyor üzerimize.
Türkiye'nin en deli akan nehrinin sesini kesmek için yirmi tane baraj yapılmak isteniyor. Dağlar deliniyor. Dev köprüler dikilip, yollar bunların üzerinden geçiriliyor. Şehir, örümcek ağına dolanmış gibi sarılıyor baraj inşaatlarıyla. İldeki en verimli, bitki ve hayvan çeşitliliği açısından en zengin ilçe, Yusufeli, tamamen baraj gölünün suları altında bırakılmak isteniyor. Ülkedeki bütün nehirlerin suyu giderek azalmaktayken, su kapasitesini arttırmak için gerekli önlemlerin alınması için proje üretilmiyor da her nehrin üzerine onlarca baraj yapma gafletine düşülüyor.
Tamamı yekpare taştan yapılmış kalesiyle sahip olduğu diğer taşınmaz eserleri de hedef seçilen Hasankeyf, yok taşınacak, yok yeniden yapılacak denilerek "yok" sayılıyor. Hadi kentin taşınmazını taşıdınız diyelim, orada yaşayan halkın akıbeti ne olacak? Köklerinden, yaşam biçimlerinden, kimliklerini oluşturan bütün öğelerden uzaklaştırdıktan sonra kurumuş bir bitkiden başka neye benzeyecekler? Halfeti'de öyle olmadı mı? Bölgenin en verimli arazilerine sahip, endemik türlerin varlığını yüz yıllardır sürdürdüğü bir toprak parçasını sular altında bırakıp, insanlarını da dağın başındaki kupkuru, tek bir ot bile bitmeyecek kayalığın tepesine, kutu kutu betonarme binaların içine tıkmadınız mı? Pervasızlığın ayyuka çıktığını o zaman görmedik mi? Yeşilin bin bir tonunun içinde yaşamaya alışkın Halfeti halkı, iki odalı prefabrike binaların içine yerleştirilmişti. Binaların rengi ise dalga geçer gibi yeşile boyanmıştı. Yeşilin soluk, kirli, kasvetli bir tonuna. Hiç sorulmadı, kaç kişi köklerinden koparıldıktan sonra yaşama devam etti o binalarda? Kaç kişi cennet gibi bir araziden koparıldığı, evinden barkından, bağından bahçesinden edildiği için travmalar yaşayıp hayata küstü? Kaç kişi terk etti Karaotlak'ın susuz evlerini? Gölün altında inleyen Halfeti'nin sesiyle kaç kişinin içi yandı da attı kendini o sulara? Baraja kaç kişi hayır duaları etti de, kaç kişi âhıyla titretti baraj gövdesini?
Bir barajın kaç milyon dolara mâl olduğu bilinir de, bilinmez ardında kaç can yanmıştır. Göz ardı edilir, toprağa verdiği zararlar, havaya, suya, taşa, kuşa neler yaptığı, nasıl bir dönüşüme uğrattığı? Pervasızlık sınır tanımadan yok eder toprağı da insanı da.
"GAP bitti," deniyor. Gazeteler haber üstüne haber yapıyorlar. GAP, daha planlanan bütün barajlar tamamlanmadan tüketti işte ömrünü. İlk beş yılda verimlilik coşmuş, bölgeye faydası dokunduğu söylenmişti ama sonra iklimde ve toprakta oluşan bozulmalar tükenişe sürükledi GAP bölgesini. Şimdi feryat etmek neye yarar?
Artvin Muratlı Barajı, fütursuzluğun, plansız programsız yönetimin, pervasız projeleri bu ülkeye dayatmanın en güzel örneklerinden biri işte. Dört yüz altmış milyon dolara mâl olan, yap-işlet-devret modeliyle şu an bir şirket tarafından işletilen bu barajın ömrünün kırk yıl bile sürmeyeceği, zira en son devreye girmesi gereken bir barajken, yanlış siyasi kararlar yüzünden ilk önce devreye sokulduğu bilinirken baraj meselesine sıcak bakmak mümkün olabilir mi? Yapılan barajların verimli bir şekilde çalışmasının bile başarılamadığı bir düzende, marifetin baraj inşa etmek olmadığını anlamak lazım. İş alanı açıldığı, işsizliğe merhem olduğu gibi faydasız söylemler de tatmin edici olmuyor doğal olarak. Emek verenlere saygımız bâki ama, zarardan başka bir şey getirmeyen bu baraj projelerinin dikkatle incelenmesi ve bu fütursuzluğa bir son verilmesi de elzemdir.
Amaç enerji üretmek olsaydı hakikaten, amaç susuz kalan toprakları suya kavuşturmak olsaydı, amaç iş alanı açıp işsizliğe merhem sürmek olsaydı, amaç olumsuz bir durumu olumlu bir duruma dönüştürmek olsaydı, Türkiye'de bu kadar pervasızca baraj yapılmasına gerek kalmazdı. Amaç bunlar olsaydı eğer; Hasankeyf'in keyfine diyecek olmazdı. Halfeti, kayıp ülke Atlantis haline dönüşmezdi. Artvin, ağaç kurtlarının saldırısına uğramış gibi orasından burasından kemiriliyor olmazdı. GAP, ömrünün baharında yazgısına boyun eğip, kalan ömründe çile doldurmak zorunda kalmazdı. Zeugma, geçmiş uygarlıklardan bugüne köprü olma görevinden feragat etmek zorunda kalmazdı. İnsanlar yer yurt özlemiyle yanıp kavrulmaz, içleri kuru otla doldurulan korkuluklar misali sönük ve silik bakmazlardı yaşama.
Baraj yapma konusunda bu kadar pervasızlığa düşülmeseydi eğer.
Kaynak: http://www.anafilya.org/go.php?go=7d6a400180b66